Açık Gazete'de Ömer Madra ve Özdeş Özbay, 2025 Hrant Dink Ödülü'nün sahibi Bülent Şık ile bir araya geliyorlar.
Ömer Madra:Evet, Apaçık Radyo'nun Açık Gazete’si devam ediyor. Saat sekiz buçuğu iki dakika geçerken tekrar beraberiz ve biraz önce de duyurduğumuz gibi, Özdeş'in de söylediği gibi, 2025 Hrant Dink Ödülü Türkiye'den de Bülent Şık’a verildiğini, Helena Maleno Garzón'un da uluslararası alandaki ödülü kazandığını söylemiştik. Her iki ödülü kazananla da bugün biraz söyleşi yapacağımız ilginç bir gündeyiz. Merhaba Bülent, hoşgeldin.
Bülent Şık:Merhaba, hoşbulduk.
Özdeş Özbay:Hoşgeldiniz.
Ö.M.: Uzun süredir görüşememiştik. Bu vesileyle üst üste hem törende, hem de burada görüşmek iyi geliyor insana.
Ö.Ö.:Evet, ödül töreninde Bülent Şık’a ödül verirken şöyle açıklamıştı Hrant Dink Vakfı: “Gıda güvenliği gibi teknik konuları kısa ve anlaşılır biçimde aktararak kamuoyunun hayati bilgilere ulaşmasında önemli rol oynayan bilimsel dürüstlüğü, kamu yararını savunmadaki ısrarı ve risk alma cesareti gösteren ve bilgiyi bir iktidar aracı değil toplumun ortak hakkı olarak gören çalışmaları sebebiyle verildiği” söylenmişti Bülent Şık'a.
Ö.M.:Evet yani orada da Bülent ödülünü aldıktan sonra yaptığı önemli konuşmada, “Bir ülkenin havası kirletiliyor, suları zehirleniyor, toprakları ağır metallerle doluyor. Üstelik bunlar bilindiği halde susuluyorsa orada ne adalet kalır, ne eşitlik, ne de onurlu bir yaşam. Böylesi bir tabloda yalnızca doğa değil, insanın insana olan bağı da zehirlenir. Oysa insan bir ada değildir, hayat başkalarıyla mümkündür diye de bir şey değil, değil mi?” Yani John Donne'ın ünlü şiirinden de bir atıf var burada; Çanlar Kimin İçin Çalıyor?’da geçiyordu. Evet, hoşgeldin diyeyim tekrar.
B.Ş.: Hoşbulduk, çok teşekkür ederim.
Ö.M.:Bize biraz durumu özetler misin? Ne oluyor, ne bitiyor?
B.Ş.:Genel ahvali soruyorsanız iş bence çok zor. Ya ben tabii toksik, kimyasal kalıntılarını izliyorum ağırlıklı olarak ve sadece Türkiye içindeki siyasal ahval değil uluslararası siyaseti de biraz o pencereden izlemeye çabalıyorum. İki şey çok kafama takılıyor ve biraz anlamaya da çabalıyorum. Biri, işte aşağı yukarı bir 30 yıl bütün internet tabanlı teknolojiler büyük bir dönüşüme neden oldu, yol açtı toplumsal hayatta hemen hemen her alanda. Bunun çok olumlu bir şey olduğuna ilişkin bir genel kanaat var ve benim kafam orada açıkçası çok net değil. Özellikle toksik, kimyasal bağlamında. Çünkü bütün bu internet teknolojisi, dijital teknolojiler bir yanıyla kaçınılmaz görünüyor. Ama öte taraftan çok ağır bir bedeli var ve dikkatle bakmadığımız sürece çok da net fark edebileceğimiz bir bedel değil bu. Hayata getirdiği yeni imkanlar, yeni iletişim olanakları vesaire pek çok şeyi, onu çok farkında olarak bunu söylüyorum, ama bu olumlama işi benim kafama çok yatmıyor açıkçası. Yani en basitinden şunu söyleyebilirim bu konuda. Yani kullanıyoruz ve bu artık bir mecburiyet gibi. Dışında durmak gerçekten bütünüyle zor. Bir Aziz, Azize gibi bir köşeye çekilmek de belki mümkün. Dolayısıyla çok kaçınabileceğimiz bir şey değil. Ama yeryüzündeki konuşa geldiğimiz bütün meselelerin yani iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, bu yaygın küresel ölçekte seyreden toksik kimyasal kirliliği gibi çok ağır sorunlar ve bütün bu sorunların müsebbiblerinden birinin de bütünüyle bu dijital teknolojiler olduğunu, onu da bir fark edip, o olumlamaya biraz şüpheci bir gözle bakmak gerekiyor.
Yani bir örnek vereceğim, bütün bu teknik altyapı, imkan sağlayan bu altyapı, nadir metallerin çıkarılmasına çok bağlı. Türkiye'deki son 15-20 yıl diyebilirim, biraz damgasını vuran bu vahşi madencilik Açık Radyo’da da son derece eleştirel bir yerden pek çok programda ele alınan mesele doğrudan bu dijital teknolojilerle son derece bağlantılı. Dünya genelindeki Trumpizm vs. Çin'in küresel güç olarak ortaya çıkışı, biraz nadir metaller üzerinden okumaya çalışıyorum. Çünkü asıl düğüm noktası orada. Bunu uzun uzun tabii anlatmayı çok isterdim ama şunu vurgulayıp hani bir nokta koymak isterim. Gıda güvenliği, beslenme, toplumsal hayatı tehdit eden pek çok sorun, Orta Doğu'daki savaş, İsrail'in soykırıma varan saldırganlığı, işte dün yine Yemen'de bir hani limanı bombaladı falan, yani o liman niye bombalanıyor? Sadece onun saldırganlığı ya da sınır tanımazlığı mıdır mesele? Yani özellikle Süveyş kanalındaki nadir metallere dayalı ticari akışı... Yemen'i o ticari akışı engelleyen bir tehdit olarak aradan tamamen çıkarma isteği yani elinden gelse kanımca tamamen steril hale getirebilir Yemen'in olduğu bütün bir coğrafyayı. Yani o arka plandaki çatışmanın gerçekten çok ama çok önemli bir etkeni Nadir Metaller Savaşı. Çünkü şöyle belki özetleyebilirim. Gündelik hayatta kullandığımız hemen hemen her nesne bir şekilde bünyesine nadir metal barındırıyor. Yani son 30-35 yıl yani 1992-93'lerden beri dönüşüm buraya doğru oldu. Ve çok az sayıda ülkenin nadir metal saflaştırmasında baskın bir rolü var. Başta Çin. Bütünüyle bu çerçevede baktığımızda bütünüyle egemen demek yanlış olmaz. Orta Doğu'daki savaş, ABD'deki Trump yönetiminin, küresel ölçekte, Pasifik'te yani Çin'le olan rekabetini buradan okumak mümkün ve çok da gerekli kanımca. Çünkü teknik bir çerçeveden bakmadığım sürece olaylar sadece işte “Trump'ın saçmalaması”, “nasıl oldu da bu popülist, aşırı popülist adam iş başına geldi?” falan deniyor. Bütün o saçma söylemleri aradan çektiğimizde Trump'ın yaptığı şeyler olağanüstü akıllıca ve rasyonel temele dayanıyor.
Ö.Ö.:Ukrayna'da bunu açıkça söylemişti. Ukrayna'yı savunmak için “Hala silah göndermemizi istiyorsa nadir metaller konusunda bir anlaşmaya varmamız lazım,” dedi ki yaptı daha sonra böyle bir anlaşma.
B.Ş.:Böyle ben biraz şey bir yerden girdim dünya ahvali deyince, kaçınılmaz bir şekilde bir arka planda yine muazzam bir transformasyon var ve o transformasyonun yine belli coğrafi bölgelerde kitlenmiş olması var. Çin en başta geliyor ve aradaki açıyı ABD'nin, Avrupa Birliği ülkelerinin kapatması çok olanaklı değil. Yakın vadede olanaklı değil. O teknolojik açıktan söz ediyorum. Orada bambaşka bir küreselleşme hikayesi var. Tersine küreselleşme. Çin tarafından okuduğumuzda muazzam bir planlama görmek mümkün. Küresel Batı, Küresel Kuzey işte oradan okuduğumuzda biz bütün bir 35-40 senelik neoliberal hikayede işte ucuz iş gücüne bütün kirli teknolojileri akıttık. Hani Çin'e transferini öyle görmek mümkün. Ama bu yeni bir safhada ya da yeni bir merhalede onu da düşünmek gerekiyor. Çünkü Çin çok büyük bir küresel güç olarak çıkacak. Kısa vadede bu aradaki gerilim de çok daha derinleşecek. Bunun bize yansımaları da olacak.
Ö.Ö.:Sizin tabii sadece nadir metaller değil, her türlü kirlilikle ilgilenen birçok araştırmanız var. Mesela en son dün Akbelen'de işte ağaç kesimi başladı. Yani muazzam bir doğa katliamı oluyor. Nadir metal için bile değil yani o, kömür hani tamamen artık dünyanın terk etmeyi gündemine aldığı, bütün yetersizliğine rağmen bu konuda önemli ilerlemelerin de olduğu bir dönemde kömür çıkartmaya çalışılıyor. Bunun neden olacağı kirlilik de var. Zaten köylüler Termik Santral yapıldığından beri ciddi bir kirlilik yaşanıyor ama şimdi kirliliğin de ötesinde bütün ağaçlar bir kez daha kesilmeye başlandı dün itibariyle maalesef.
Ö.M.: Evet yani ben de şunu ilave edeyim; tamamen Türkiye'ye özgü bir şey diyebilir miyiz tam bilmiyorum ama kesilmeyen ağaçlar Akbelen'deki jandarmanın oradaki gölgesinden yararlanması için bırakılmış.
B.Ş.:Bu tabii son Akbelen'de olan neredeyse bir zincirin son halkası, gün gün çünkü benzeri haberleri duyuyoruz. Çok değil son birkaç aydır işte zeytinliklerin katledilmesine yol açan bir uygulama başladı. Orada da hani şöyle bir söylemi var yasal iktidarın “ya biz aslında zeytinliklere zarar vermiyoruz. Onları alıp bir yerden bir yere götüreceğiz, taşıyacağız.” Gibi. Burada tabii işte o konuşmaya atıf var evet. İnsan bir ada değil ama doğadaki diğer canlılar da tek başına var olmaz. Bir ekosistemin içindeler ve orada bazı bilim insanlarının çıkıp zeytinliklerin ya da zeytin ağacının taşınmasını doğrulayan, bunun doğru, uygulanabilir bir yöntem olduğunu savunan açıklamalarına büyük bir hayretle baktım ben. En temel ekoloji bilgisinden bu kadar uzak nasıl bu açıklama yapılabilir? Yani bir takım insanlar yapıyor ayrı bir şey. Ama hani Türkiye çok ama çok kıymetli zamanlarını kaybediyor. Bendeki temel hissiyat bu. Yani su varlıklarını, sulak havzaları bu kadar şiddetli bir şekilde toksik kirliliğe maruz bırakarak... Toprağın, suyun, biyoçeşitliliğin güvencesi olan ormanlık alanları tahrip ederek...
Madencilik çok kritik bir alan ve hayatımızdaki her nesneyle bir şekilde bağı var. Ama meslek odaları madencilik faaliyetlerinin artık doğrudan içerisinde ki zaman zaman bir araya geldiğimizde, geçmiş yıllarda, “Ya hocam, maden çıkarmak gerekli biliyorsun.” Derlerdi. “Tamam gerekli” derdim ben de “haklısın”. Ama şu an içinde olduğumuz durum bir vahşi madencilik olarak tanımlanıyor. Ya da sömürge tipi madencilik olarak tanımlanıyor. Bu meslek örgütleri dahil. Velhasıl hani çok pahalıya patlayacak bir iş ya da sürecin içindeyiz. Yani Türkiye bu açıdan çok kıymetli. Kıymetliden de kastım şu. Bizim hazırlık yapmamız gerekiyor. Yani tarımı dönüştürmemiz gerekiyor. Bu kuraklık işte son dört beş yıl ve bu sene çok yoğun yaşadık. Her yerde susuzluk var. İzmir'deyim ben. İzmir'de su kesintileri oluyor mecburen. Bunun devam edeceğini bilmemiz lazım. Yani bir anda her şey tekrar yoluna girmeyecek ve susuzlukla, kuraklıkla mücadele bu toksik kirlenme Türkiye'nin çok çok başına dert olacak bir büyük mesele. Bunlarla nasıl baş edeceğimiz gerçekten çok hızlı bir şekilde, en önemli siyasal gündemlerimizden birinin bu olması lazım. Ama açıkçası ortada bir tartışma yok.
Ö.M.:Evet yani senin ödül konuşmanda altını çizmek gereken ve biraz önce değinmeye çalıştığım “hiç kimse bir ada değildir, başkalarıyla bağlı, bütünün parçasıdır”, ünlü şiiri John Donne'ın, bu tamamen gözden uzakta cereyan ediyor. Bu bağlantılar kurulamıyor. Ama burada sanıyorum en önemli sorunlardan biri, sen ne diyeceksin diye sormak istiyorum. Greta Thunberg'in de Climate Change adlı büyük kitabında, derleme kitabında, kendi yazılarında da altını çizdiği gibi, tamamen medyanın buna sessiz kalması, her yerde, radyoların, televizyonların, gazetelerin filan, bu konuda, biraz önce konuştuğumuz şeylerden bahseden bir medya organına rastlamak bile zor. Ve işte Necla Işık da “bize terörist muamelesi yapıyorlar, yetişin yardıma” diye çağırırken bunu kastediyor. Duyulmuyor. Ne diyorsun buna?
B.Ş.:Medya ortada, ne kadar kaldı? Yani açıkçası şu an konuştuğumuz bu platform ismini değiştirerek yayını sürdürebilmek durumunda kaldı. Bu bence her şeyi özetliyor. Ama öte taraftan Ömer abi yani... bence bir başka meselemiz daha var. Medya tabii alt üst oldu, son 20 yıl içerisinde dönüştü. Ama akademi de yani geniş ölçekte kurumsal yapı olarak akademi de olağanüstü sessiz. Yani bir kurum olarak var ama ortada yok. Bir varlık göstermiyor. Bu da çok ciddi bir sorun. Bir örnek vereceğim. Hepimizin malumu, Açık Radyo'da bazı programlarda da daha önce katılıp dile getirmiştim, çok ağır bir gıda krizi yaşıyoruz. Yani işte gıda enflasyonuyla son 4-5 yıl içerisinde olağanüstü fiyat artışları oldu ve gıda güvencesizliği çok yaygın bir sorun şu an Türkiye'de. Yani yaptığımız çalışmalar hane bazında yüzde 30-35 aralığında bir kesimin çok ciddi anlamda yetersiz ve kötü beslendiğini gösteriyor. Gıda güvencesizliği olarak niteliyoruz bu durumu. E peki yani bu kriz, bu kadar keskin, toplumun geniş genelini etkileyen bir kriz karşısında, açıkçası ben kendi mesleki alanıma çuvaldızı batıracağım. Gıda mühendisliği bölümleri, elliye yakın bölüm vardır Türkiye'de. Beslenme, diyet bölümleri, üniversitelerin tıp fakültelerinin halk sağlığı bölümleri, ziraat fakültelerinin çeşitli bölümleri, yani doğrudan gıdayla, tarımla, beslenme, sağlıkla ilintili bölümler. Hani ben zihnimi yokluyorum, bir takım bireyler var orada. Çıkan, açıklama yapan, uyaran, yazan, çizen, konuşan. Ama kurumsal tek bir açıklamaya rastlamadım şu ana kadar. Anlatabiliyor muyum?
Ö.M.:Yani... Çok önemli bir iş.
B.Ş.:Yani şimdi medya muazzam bir baskıyla dönüştü. Üniversitelere de baskı oldu aşikar, kaçınılmaz. Ama bu ölçüde bir sessizlik de bana biraz tuhaf geliyor. Anlatabiliyor muyum? Yani varlık nedenimiz ne o zaman? Yani akademik camia, medyadan önce bence yani asli sorumlu. Yani ben ödül gecesi konuşmada bir vurgu yapmıştım. Yani herkesin kamunun dertleriyle uğraşma sorumluluğu var ama bilim insanları, gazeteciler, hekimler, avukatlar... yani bir şeyleri aktarma bağlamında sorumluluğu olan meslek alanları buralar ve bence çok ciddi etik meseleler var burada. Yani yapılan iş ne ölçüde etik bir bağlama oturuyor sorusunu yani en azından öncelikle bu meslek mensuplarının oturup bir kendine sorması gerektiğini düşünüyorum. Ben genelde böyle şeyleri söylemekten de kaçınan bir insanım ama ortada çok büyük bir sorun. Ve sinme demek istemiyorum ama görmezden gelme ya da işimize bakalım tavrı daha baskın.
Ö.M.:Yani hem akademinin, hem de medyanın bence öncelikli sorunları bunlar. Hakikaten inanılmaz bir sessizlik akıyor. İklim değişikliği başta olmak üzere bu plastik kirlenmesiyle ilgili o kadar çok şeyler çıkıyor ki dünyada yani okurken gözlerime inanamıyorum. Dehşetle konuşuyoruz bunu. Yani rakamlar ve kirliliğin yaygınlığı insanı dehşete düşürüyor ve buna hâlâ zehire (pestisitlere) ilaç demeye de Türkçe’de devam etme alışkanlığı var. Plastiklerin içinde de çok sayıda bulunduğunu yavaş yavaş, yeni öğreniyoruz.
B.Ş.:Yani ben tabii şöyle bir noktadayım. Mesleki olarak da bir şeyleri daha derinlemesine öğrendikçe aslında kaygım artıyor. Fakat öte taraftan... Bir yandan da bir umut da besliyorum. Yani bu konuşa geldiğimiz sorunlar, çözümü olan sorunlar. Yani hakikaten elimizde hâlâ bir imkan var, bir çözüm olanağı var. Bütünüyle meseleyi çözeriz demek çok belirlenimci, çok iddialı bir şey olur ama henüz o treni kaçırmadığımızı düşünüyorum. Yani baş edebiliriz bununla, bu meselelerle. Ama bu meselelerle baş etmenin yolu şu, yani toplumsal olarak bir talep, bir mücadele doğurmalı. Yoksa işte “ya ilgili kamu kurumları bu meseleyi çözsün”, “devlet ne yapıyor?” Yani hayır, devlet ilgili kamu kurumları sadece Türkiye'de değil, dünyanın çeşitli ülkelerinde çok sayılıyor. Bizim tekrar bu kurumları kamuya sorumlu hale getirmemiz lazım ve bunu başkası yapmayacak. Toplum bunu talep edecek, bir araya gelerek işte.
Evet, tek başımıza mücadele, bir tek başınalık olamaz yani böyle bir durum yok. Velhasıl umarım bunu mecburen yapmak zorunda olduğumuz bir noktada bunu yapmak zorunda kalmayız. O zaman çok geç olur. Yani hâlâ imkan varken, bir şeyleri değiştirme gücümüz varken bunu yapmak mantıklı ama hemen bir örnek vereyim. Çok uzun zamandır agro-ekoloji, ekolojik tarım diye yırtılıyoruz. Yani küçük inisiyatifler, çok sayıda örgüt. Kurumsal bazda baktığımızda, Türkiye genelinde Tarım Orman Bakanlığı istatistikleri üzerinden söyleyeyim, binde sekizdir yani bütün agroekolojinin payı. O kadar. Yüzde bir bile değil. E peki yani Tarım Bakanlığı ne yapıyor diye sormayacak mıyız? Biz bunu talep etmeyecek miyiz yurttaşlar olarak? Yoksa ne iklim değişikliği, ne biyolojik çeşitliği, ne toksik kimya... Bunlarla baş etmek için en azından yöntemlerden ve çok etkili yöntemlerden biridir agroekoloji. Yani o zaman, niye bu bir tartışma konusu değil?
Ö.M.:Aynı şeyi de mesela sık sık son günlerde dile getirmeye çalıştık. İşte güneş enerjisi, güneş panellerinin yaygınlaşması konusunda büyük bir kampanya başlatılıyor kendi kitabıyla Bill McKibben ve işte önemli bazı aktivist ve yazarlar. Fakat orada da yani yeterince bu meselenin duyulduğu, görüldüğü söylenemez. Son derece tayin edici bir şey. Yani çöp atıklarının yakılmasının daha... İşte İzmir'de sizin orada gemilerin Aliağa'da sökülmesi ve arkası takip de edilmiyor. Mesela buna durdurun diye bir mücadele oldu Aliağa'da. Ama sonrası ne oldu? Medyada da görmek mümkün değil.
B.Ş.:Belki şöyle bir genelleme yapmak yanlış olmaz; ben beslenme ile gıda ile ilgili sorunların, 37 sene olacak yani bu meselenin içindeyim, kamusaldan bireysele doğru evrimini gördüm. Yani öğrencilik hayatımda 1980’lerde beslenme hakkı, gıda hakkı bir kamusal mesele olarak tartışılırdı. Böyle öğrendik. Sonra bunun birer bireysel tercih, alışkanlıklar, seçimlerimize indirgendiği bir şey yaşadık.
Ö.Ö.:Özel raflar var şimdi; ekolojik, doğal ürünler falan. Oradan biraz fiyatı pahalı ama gidip “bilinçli bir birey” olarak gidip alabilirsiniz.
Ö.M.:Karbon ayak izniniz senin zorunluluğun falan diye gösteriyor.
B.Ş.:Bu akışı tersine çevirecek yollar bulmak önemli kanımca. Bireysel olduğunu düşündüğümüz pek çok sorun aslında kamusal, toplumsal bir sorun. Şüphesiz her şeyi bununla ilintilendirebiliriz ama gıda, beslenme, çevre hakkı, temiz bir havayı soluma... Bunlar varlık nedenimiz. Yani zemini oluşturan varlıklar, fiziki varlıklar. Buradaki aşınma, buradaki kirlenmenin hayatın bütününe zarar verdiği artık apaçık bir bilgi. Evet, uğraşmak gerekiyor yani. Bırakmamak, uğraşmak gerekiyor bu meselelerle.
Ö.M.:Evet, yani umudu dışarıdan gelecek bir şey olarak beklemeden, katiyen vazgeçmemek ve kesinlikle eyleme geçmek gerekiyor herhalde. Senin ödül konuşmanda da belirttiğin gibi. “Yani bilindiği halde bütün bunlar susuluyorsa orada ne adalet kalıyor, ne eşitlik, ne de onurlu bir yaşam” diye çok iyi özetlemişsin bence. Bunun altını ne kadar çizersek o kadar önemli yani.
B.Ş.:Evet hocam.
Ö.M.: Evet. Bülent, son olarak... Bir iki dakikamız kalmış.
B.Ş.:Hemen hızlıca o zaman ben hep söylediğim şeyi söyleyeyim. Türkiye'de bütün bu konuştuğumuz meselelerden en çok etkilenen, en hassas toplumsal kesim çocuklar. Türkiye çok genç bir nüfusa sahip yani bu bir imkan bir yandan da ama heba edilen bir imkan onu söyleyeyim. 0-14 yaş aralığında yirmi milyon çocuğumuz var. Bu bütün bir hayatın neredeyse büyük ölçüde şekillendiği bir dönem. Beslenmeyle, solunumla ama özellikle beslenmeyle. Ve çocukları hem sağlıklı bir yer yetişkin kılmak hem de yoksulluğa, bir takım başka eşitsizliklere bağlı olarak toksik kimyasal madde yükünden etkilenimi azaltmak için bir beslenme desteği programına çok ihtiyaç var Türkiye'de. Bunun yapılacağı yer okullar, çocuklara topluca ulaşabileceğimiz yerler. Dolayısıyla bir ücretsiz okul beslenme programı uygulanmalı, mutlak surette uygulanmalı. Sadece bir hak olmanın ötesinde, şurada konuştuğumuz pek çok meseleye de çözüm getirebilecek. Bütün bu beslenme programını oluşturmada agro-ekolojik prensiplerle işleyen bir gıda sistemini oluşturmayı bir politik hat olarak düşünebiliriz. Dolayısıyla bazen kamusal çözüm, bir soruna kamusal çözüm çocuk beslenmesine, bu çözüm hangi araçlarla yaptığımıza bağlı olarak da pek çok soruna yanıt olabilir. Biyoloji çeşitlilik kaybına, toksikimyasal kirliliğini azaltmak için çok büyük bir imkan var burada. Ve açıkçası bunun sadece maliyet üzerinden tartışılmasını çok problemli buluyorum. Türkiye bunu yapabilir bir ülkedir. Fazlasıyla yapabilir bir ülkedir. Ortada olmayan şey bir çözüm iradesidir, siyasal iradedir ve bu konudaki en büyük sorumluluk da mevcut iktidara düşüyor. Bizim bu konuda en azından harekete geçmemiz mutlak bir gereklilik. Çocuklar okula aç gidiyor büyük bir çoğunluğu, üçte biri en az.
Ö.M.:Evet, bu çok önemli. Bunu konuşmaya devam edeceğiz. Yani tekrar ödül için de kutlayalım seni. Çok teşekkürler.
B.Ş.:Ben teşekkür ederim.
Ö.M.: 2025 Uluslararası Hrant Dink Ödülleri’nden birini alan Bülent Şık'la bir özet diyebileceğim, acil durum özeti diyebileceğim bir konuşma yaptık. Çok teşekkürler.
B.Ş.:Ben teşekkür ederim.
Ö.Ö.: Görüşmek üzere.