Antroposen Sohbetler’de Utku Perktaş, insan çağında dilin, sessizliğin ve yabanın izini sürüyor; doğayı bir fon değil, yaşayan bir özne olarak duyumsatan; "Ahraz", "Yer Kuşağı", "Doğa Defteri" kitaplarının yazarı Deniz Gezgin’le birlikte “Canlıların Dili, Sessizliğin Hafızası” başlığı altında insanın dünyayla kurduğu duygusal, etik ve dilsel bağı yeniden düşünmeye davet ediyor.
Satırbaşları:
- “İnsanın dili” insanlaşmış, ayrıştırılmış, düzenlenmiş bir sistem; iktidar taşıyan bir araç.
- Dil, esnek bir kil değil; anlamı sabitleyen bir beton.
- Dil baskısına rağmen edebiyat “çatlaksı” bir alan açıyor.
- Sessizlerin, görünmeyenlerin, adlandırılamayanların sesine yer açmanın yolu yazıdan geçiyor.
- Edebiyat, doğanın toprağına ve suyuna yeniden bağlanma imkânı sunuyor; kökleri serbest bırakıp hareket kazandırıyor.
- Yaban, tanıma sığmayan, çerçeve kabul etmeyen, el avuca gelmez bir bölge.
- Yaban, hayatın “muamma”sında var olan, insanın anlam yüklerinden kaçan bir karşılaşma alanı.
- Doğaya kimlik yüklemek, onu sınırlamak ve mülkleştirmek anlamına gelebilir.
- Geçirgenlik, ancak verili kimliklerin reddiyle mümkün: “Onları verilmiş adlarıyla değil, kendi varoluşlarıyla çağıralım.”
Antroposen’in gürültülü çağında, insanın kendi sesinden duyulmaz hâle gelen doğanın dili, kimi zaman sessizliğin içinde, kimi zaman taşın, suyun, mevsimin hafızasında ısrarla sürüyor. Deniz Gezgin’in edebiyatı — Ahraz, Yer Kuşağı, Doğa Defteri — bu sessiz sesleri geri çağıran, doğayı edilgen bir arka plan değil, yaşayan bir özne olarak duyumsatan bir yazı evreni kuruyor.
Bu söyleşide, insan dilinin sınırları, yabanın kaçak dili, kimlik politikalarının doğaya etkisi, yok oluşların edebi ve etik anlamı gibi başlıklarda derinlikli bir yolculuğa çıkıyoruz. Sözün yankısını, sessizliğin direncini, mevsimlerin hafızasını dinleyerek…
İyi dinlemeler ve iyi okumalar…

Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz. Ben Utku Perktaş.
"Bir zamanlar nasıl yaşayacağına hareketli takvimler yön verirdi. Toprağın, etkinlerin, bolluk taşıyan su kaynaklarının mevsim geçişlerine uyumla giyinip soyunduğu, dolup boşaldığı bu zamanlarda, bir mevsimin süresi ve karakteri toprağın, bitkilerin, takım yıldızlarının, yağmurların kararıyla biçimlenirdi."
Bu cümleleri Deniz Gezgin’in Doğa Defteri kitabından alıntıladım. Bu bölümde 'Canlıların Dili, Sessizliğin Hafızası' başlığı altında Antroposen kavramını, bu kavrama habitatın hafızasını ekleyerek insan çağına bambaşka bir yerden bakmaya çalışacağız.
Deniz Gezgin’in edebiyatı ve yazı evreni, doğayı bir arka plan değil de yaşayan bir özne olarak duyumsatıyor ve bugün buna ihtiyacımız var esasında. İnsan çağında bunu duymuyoruz, bunu görmüyoruz ve bunu sesiyle, sessizliğiyle ve belleğiyle yapıyor Deniz Gezgin. Ahraz, Yer Kuşağı ve Doğa Defteri boyunca ördüğü bu evrende insanın doğayla kurduğu duygusal, dilsel ve etik bağları yeniden düşünmeye davet ediyor okurları ve bu anlamda da bana göre bir çağrı var bu kitaplarda.
Bugünkü söyleşide – bu girişten anlayacağınız üzere – çok kıymetli, çok değer verdiğim bir konuğum var; Deniz Gezgin konuğum olacak. Kelimelerin toprağa karıştığı mevsimlerin zamanı ve insanın zamanı arasındaki farkı hissettiğimiz bir alanı Deniz Hanım’la birlikte aralamaya çalışacağız.
Ben bu girişi çok fazla uzatmak istemiyorum; Deniz Hanım, hoşgeldiniz, iyi ki geldiniz!
Deniz Gezgin: Hoşbulduk.
U.P.: Eksik olmayın, vakit ayırdığınız için programa çok teşekkür ederim. Nasılsınız?
D.G.: Çok teşekkür ederim, merhaba.
U.P.: Ben de çok heyecanlıyım ve mutluyum. Sizinle beraber olmak ki kitaplara da baktıktan ve okuduktan sonra – hepsi çok kıymetli. Çok sağolun, eksik olmayın ve kaleminize sağlık diyerek ben başlayayım.
Kıısacık bir not paylaşaçağım: Biz programı tasarlarken, sohbetin akışına göre aslında ikiye bölmeye karar verdik çünkü derinlikli bir sohbet olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla bunu da dinleyicilerimize önden hatırlatmak istiyorum.
Size bırakayım ilk sözü ve sonra da ben yavaş yavaş sorulara geçeyim.
D.G:: Soruyla başlayalım isterseniz.

U.P.: Ben kitaplara bakınca 'İnsanın dili doğayı ne kadar duyabiliyor?' diye başlasam ve sözü bıraksam, ne dersiniz?
Deniz Gezgin: İnsanın dili dediğimiz zaman, bende ilk çağrıştıran şey aslında insanlaşmış bir dil. Dilin insanlaşmış hâli gibi algılıyorum onu. Dolayısıyla da ayrıştırılmış, düzenlenmiş bir sistemden söz ediyoruz. “İnsanın dili” dediğimiz şeyden, bir şeyleri ayıklanmış, düzene sokulmuş bir dil anlıyorum Çığlıkların, mırıltıların, düzensiz seslerin ayıklandığı, çıkarıldığı bir gramere dayalı bir dizgiden söz edebiliriz.
Dilin bir iktidar aracı olduğunu biliyoruz ve her zaman bu tedirginlik ki aslında uyanıklıkla dile yaklaşmak gerektiği taraftarıyım; şüpheyle yaklaşmak gerektiği taraftarıyım çünkü iktidar ve inşa aracı olan bu dilin yapısı sert bir şey. Anlamı önceden verilir ve şeyleri sabitleyen bir tarafı var çünkü işleyişi de bununla bağlı. Dolayısıyla da malzemesi çamur gibi, kil gibi daha yumuşak, şekil değiştirebilir bir şey olmaktan öte, biraz beton gibi. Dolayısıyla da varlıkların dilinden koparılmış bir dil gibi; dilsizleştirilmiş bir dil gibi anlıyorum bunu. O yüzden de yoldaşlığın imkânlarının da önüne geçmiş bir dil olduğunu sanıyorum çünkü insanı dünyaya yerleştiren bir şey aynı zamanda. Bu anlamıyla elbette bizim için özel bir şey — düşünmemiz gereken bir şey zaten. İçinde olduğumuz, içinde yaşadığımız bir şey bu dil. İnsanı mülk sahibi yapan da aynı zamanda bu: İnsanlaşmış dil.
İnsanı diğer canlılardan ayıran… “İnsan nedir?” sorusuna verilen cevap bu dili oluşturuyor. “İnsan nedir?” sorusu, ötekinin ne olduğunu söyleyerek aslında ortaya koyuluyor. İnsanın anlamını, diğerini ayırarak koyan; adlandırarak, şeyleştirerek, sabitleyerek, düzenleyerek, sınıflandırarak belirleyen bir mekanizmadan söz ediyoruz.
Bu anlamıyla belki de bir nebze taşı — bu denli kendini yankılayan, önceden verili olan, her şeyin insani çıkarlara göre yontulmuş bir varlığın, dilsel bir varlığın, doğayı ne kadar duyabileceği epey şüpheli çünkü canlıdan kapalı bir şeyden söz ediyoruz ama bu dilde çatlaklar oluşturma imkânı yok mudur? Elbette vardır. Bunun varlığına inanmak ve bunu aramaktan başka bir yol gelmiyor aklıma.
U.P.: Bence bunu çok güzel yapıyorsunuz, çok da güzel tanımladınız. Ben insan çağını bambaşka bir şekilde kafamda hayal edebildim sizin bu tanımınızla, çok teşekkür ederim. Müthiş olmayan, çok güzel bir başlangıç oldu. Peki Deniz Hanım, yazının kökleri toprağın ve suyun diliyle yeniden kurulabilir mi?
D.G.: Neden olmasın?
Bence edebiyat zaten bunun için var. Biraz da şiir… Çünkü yaşama açmak için dili, seslere ihtiyacımız var. Zapturapt altına alınmış — dil tarafından zapturapt altına alınmış — seslere ihtiyacımız var. Başkalaşan anlamlara, başkalaşan varlıklara ihtiyacımız var.
Bu dili yazıyla doğaya, toprağın, suyun; bütün yaşayan varlıkların, canlı varlıkların, cansız varlıkların birliğine, ortaklığına bağlamanın yolu edebiyattan geçebilir gibi geliyor bana. Sesi çıkmayanın, ağzı laf yapmayanın, ne’liği belirsizlerin, anlam verilemeyenlerin, bedensizlerin; yaşamın içinde bütün etkileriyle, bütün varlıklarıyla bir karışım olarak var olan her şeyin yeniden çağrılması gibi görüyorum ben edebiyatı.
Ve onların adına konuşmak değil, onları yeniden şeyleştirmek değil; onların yaşayışlarını hikâyeleştirmek ve bir malzeme gibi toparlamak, koparmak — yani bir ölü doğa anlatısı değil ama bir adım geri çekilmek, dilde bir adım sessizleşmek ve seslere yer açmak… Dillerin karışımına imkân tanımak… Neden olmasın?
Bence edebiyatla yazının kökleri toprağın da, suyun da varlığına bağlanabilir. Hatta belki de o kökler, aksi tersine bir şekilde serbest bırakılıp daha hareketli, daha havada, seyir hâlinde bir şeye de kavuşturulabilir diye umut ediyorum.

U.P.: Yani bazen şöyle düşünüyorum, şimdi aklıma geldi; bazen doğanın içinde olunca bir sessizliğin ve huzurun içinde olduğumuzu düşünüyoruz ama o sessizliğin çok sıra dışı bir sesi var esasında ve bunu galiba duyabilmek için sizin gibi öyle bir edebiyat ve yazı evrenine ihtiyacımız var. Bu dönemde böyle bir eksikliğimiz var bu çağda. Bu yüzden de insan bunun farkında olmadığı için doğadan kopuyor. Yabancı sözcüğü bu bağlamda sizin için ne ifade ediyor?
D.G.: Bütün bunların dışında — bu dizginin, bu düzenlemenin dışında — ele avuca gelmez bir şey ifade ediyor benim için. Dile düşmeyen, öyle kolay kapanlara gelmeyen; dolayısıyla daha gelişigüzel, daha yüzergezer, daha hareketli, daha dönüşüme açık bir şey geliyor 'yabancı' dediğimizde aslında. İyinin ve kötünün, iyiliğin-kötülüğün, her türlü hiyerarşinin ve değer yargılarının ötesinde bir şey aslında.
Özcü bir yerden bir değerlendirme yapmaktan özellikle imtina ediyorum, kaçınıyorum yaban ya da doğa tanımı yaparken. Hatta herhangi bir tanım yapmaktan da kaçan bir şey olduğunu düşünüyorum yabanın. Tanımlardan kaçan, sınırlardan, çerçevelemeden kaçan bir şey olduğunu sanıyorum ve her şeye bir anlam sabitlemiş — bunu da dil aracılığıyla hayata nakşetmiş — insanın ancak böyle bir algının dışına çıkarak yabanı hissedebileceğini zannediyorum.
Yeşil ormanlar, çimen örtüler… Az önce sizin söylediğiniz gibi, doğa dediğimizde aklımıza gelen genelde böyle bir tasvir oluyor. Evet, yüzyılın belli zamanlarında romantikleştirmenin de bunda büyük bir payı var; doğa romantikleştirmesinin. Berrak sular, parlak yıldızlar… “Doğa” hep bize bunları aklımıza düşürüyor.
Oysa bütün bunların ötesinde bataklıklar, çöller, biçimsiz taşlar, sönmüş ve gözden düşmüş yetim yıldızlar da var. Onların dile ve ele gelmez muammaları da hayatta var. Ben bu “hayatta oluş” hâliyle ilgiliyim ve yabanı da biraz böyle bir şeymiş gibi seziyorum.
U.P.: Çok güzel söylediniz. Dün bir şey okuyordum ve orada “Manzara nedir?” diye bir cümle vardı. Manzara nedir?
Doğayı öyle bir görüyoruz ki — belki bazen farklı edebiyatlarda da böyle yansıyor — “Manzara nedir?” Poz veren doğa gibi bir şey çünkü manzarayı düşündüğümüz zaman, biraz önce söylediğiniz gibi; akan su, yeşil alanlar, kuşlar, farklı canlılar… Bunların var olduğu bir çeşitliliğin olduğu bir resim aklımıza geliyor ama aslında böyle değil yani yaban dediğimiz zaman bambaşka bir dünya da var.
Çok çok güzel söylediniz, bir an bunu da buraya bir not olarak eklemek istedim.
Şimdi şuna geleceğim: İçinde olduğumuz dönem, bilimsel bulgulara baktığımız zaman, yok oluşların çok hızlı olduğu bir dönem ve bunun altını programda hep çiziyorum.
İnsanın özellikle habitatları dönüştürmesi, yaşam alanlarını dönüştürmesi; iklim krizinin bu kadar belirgin bir şekilde hissediliyor olması; canlıların bunu artık uyum sağlayamadan yok olduğu ve çok hızlı bir yok oluş sürecinin içinde olduğumuz… Ve bu dönemin de bununla karakterize edildiği; dünyanın, gezegenin kendi geçmişinde yaşanan yok oluşlardan farklı bir dönem olduğu — bunun altını çiziyoruz. Derslerde de, bilimsel anlamda da, makalelerde de böyle.
Buradan hareketle şöyle bir sorum vardı: Bir varlığın türünü kaybetmesi ne anlama geliyor?
Çok kısacık bir yok oluş girişi yapıp, bu soruyu size sorsam, sizin için ne anlam ifade ediyor ya da sizin edebiyatınızda nasıl bir yansıması var?
D.G.: Canlılık tarihinden biliyoruz ki sayısız tür gelmiş, geçmiş. Yok oluşları bir kayboluş olarak değil, daha çok bir dönüşüm, bir form değişikliği, bir yaşam değişikliği — fakat yine hayatın içine katılmak, bir tür karışım — olarak değerlendirebiliriz yani bir raddeye kadar canlılık tarihindeki bu yok oluşları belki böyle değerlendirebiliriz.
Fakat bir zamandan sonra, bu sizin de bahsettiğiniz müdahaleden sonra; tahakkümün ve zorbalığın hissedildiği yerden sonra bu yok oluşlar haliyle bir kayıp olarak bize kendini hissettiriyor, duyumsatıyor. Çünkü bunun bir yerinde nedenin ne olduğunu, yaşam alanlarının işgaliyle apaçık görüyoruz. Ve yerin ayaklarımızın altından çekildiğini, her şeyle birlikte, bizlerle yaşanır hâle geldiğini görüyoruz.
Bu kayıpların, yaşamın gerildiği sistemin bir sonucu olduğunu; bunun da varlıkları yaşamdan kopardığını biliyoruz ve yaşam bu tek kötülüğü, baskıyı ve zorluğu kaldırmıyor. Yok oluşlar sonrası başkasına bir boşluk açmıyor. Aksine, yaşama yer bırakmayacak biçimde mülkleştirilmiş, hıncın sıkıştırılmış bir alanında, biraz yapayalnızlaştık gibi görünüyor ve bunu yaşamaktan masum değiliz kuşkusuz.
Bu yüzden yok olan türler bize aslında yaşamın kaybını duyuruyor. Onların yokluğunda biz kaybettiğimiz şeyi buluyoruz. Bir yangın izi arar mı gibi görüyorum bunu.
U.P.: Çok güzel söylediniz. Buradaki 'kayıp' kelimesine ben de hep vurgu yapmak istiyorum çünkü çok negatif bir şey ve biz bilim tarafından baktığımız zaman, biyoçeşitlilik kayıplarının hiçbir zaman telafisi yok.
İklim krizini geriye çevirebiliriz, ortadan kaldırabiliriz; iklim değişimini rayına oturtabiliriz yapacağımız faaliyetlerle, sera gazlarını azaltarak vs… Ama bir tür kaybı olduğunda onu geri getirme şansımız yok ve o tür, 3.8 milyarlık dünya tarihinin, gezegen tarihinin şu anda bize bıraktığı miras. Dolayısıyla o mirası o kadar acımasızca harcıyoruz ki.
Ve bir daha… Yani ne tür badireler atlatmıştır o tür geçmişten bugüne gelinceye kadar: dinozorlar yok oldu, meteor düştü, depremler oldu, yanardağlar patladı, adalar oluştu… Ve bir tür bir yerde var oldu, direndi, orada hayatta kaldı ve evrildi. Bir daha o süreci yaşatma şansımız yok.
Dolayısıyla 'kayıp' burada telafisi olmayan bir yok oluşa, kayboluşa işaret ediyor diye düşünüyorum ve çok önemli bir kelime bu.
D.G.: Kesinlikle katılıyorum buna.

U.P.: Burada bir de şunu soracağım: Doğaya baktığımızda türlere, canlılara bir takım kimlikler de yüklüyoruz ve onları isimlendiriyoruz. Dünya tarihinde farklı örnekleri de var, yerel halkların yaptıkları da var… Bunu kendi baktıklarımdan söylüyorum size ama burada şöyle bir soru sormak istiyorum; doğa ve kimlik arasında geçirgenlik mümkün mü?
D.G.: Evet, güzel soru. Kimlik tayin edici olmaz ise her türlü geçirgenliği mümkün kılabilir ama kimleri dağıtan, şartlandıran, atayan kim, oraya bakmak gerekiyor.
U.P.: Bu çok önemli, evet.
D.G.: Yani bugün tahakkümü elinde tutan beyaz ve ataerkil toplum o kimlikleri tayin ediyor ise yani kimsesizler, kâğıtsızlar, yaşama hakkı tanınmayanlar daha da artacak anlamına geliyor. Dağları oyup tüketen, bugün denizleri bile yutan, suları yatağından eden bu sistem; öyle ki, bu kimliklendirilme politikasıyla yerinden edilmemiş hiçbir varlık bırakmayacak.
Bu yüzden geçirgenlik ve hareket imkânını, bütün bu verili kimliklerin ihlali ve reddiyle geri alabiliriz gibi geliyor.
Şairin dediği gibi: “Sivrisineğin ve yazın adını geri alalım.”
Yani asıl onların adını — verilmiş adları değil — onları kendi varoluşlarıyla çağıralım. Ben bunu çok önemsiyorum.
O yüzden de belki de yasaya bağlı olan bu kimliklilerin, tasmayı boynuna takamadığı her şeyi dışlayan, yakalayan ve itilaf hakkını kendinde gören o yapısını bozacak şeyin; her şeyin kendi kimliğine - ne deriz artık - yaşayışına hakkı tanımakla mümkün olabileceğini ve bunun da dilde ve kültürde gedikler açarak yapılabileceğini hissediyorum.
U.P.: Peki o zaman, sizin edebiyatınızda 'iyileşme' bir doğaya dönüş mü yoksa yeni bir varoluş biçimi olarak mı beliriyor?
D.G.: Açıklık arayışı desem; nefes aralığı…
Ya da uygun adım pistlerden uzaklaşma çabası, yaşayan yüzeylere çıkma arzusu…
Yani dille uğraşım, onu dert edinişim de biraz buradan ileri geliyor.
Bugün giyindiği yüklü anlamı düşününce iyileşme kavramı aslında beni birazcık ürkütüyor, tedirgin ediyor; çok da içime sinmiyor çünkü 'şifa arayışı'nda hastalığı koşullayan, baştan kabullenen, derdi sabitleyen bir kısır döngü olduğunu hissediyorum.
Bugün ilaç endüstrisinden örnek verecek olursak, görüyoruz ki sadece hastalıkların tedavisi için inanılmaz bir servet harcanıyor fakat hastalıkların kaynağına yani yarayı açan faile odaklanmayan; onu gizleyen, görmezden gelen, buraya odaklanmayan sürgit bir işleyiş var. Bunun kârlı bir işleyiş olduğunu düşünüyorum; pazarla çok alakası olduğunu hissediyorum.
Dolayısıyla da bütün bu 'iyileştirme'… iyileşmeye muhtaç, şifaya muhtaç bireylerin yaratılmasının, bu paketleri sunmak için üretilmiş birer tüketici imali gibi görüyorum. O yüzden iyileşmeyi, sistemin bireyi durmadan kendi önüne baktıran bir narsizm tuzağına, bir doyumsuzluk çılgınlığına benzetiyorum: "Bunu yaparsan daha iyi olursun, bunu yaparsan daha iyi hissedeceksin…” gibi.
O yüzden yazıda da yüzümü bu tür vaizlere çevirmektense bir adım geri çekilerek, onlara yer açarak yaralılara dönüyorum. Zaten orada kendiliğinden gelen, yaraları kapatacak; dertlerin kaynağına eğilecek bir özenin olabileceğini düşünüyorum.

U.P.: Şu an bu ilk bölümün sonuna doğru yaklaşıyoruz çünkü 20 dakikayı geçti gibi zamanımız ve burada bu bölümü noktalayacak bir soru sormak istiyorum ve kitaplarınıza gelmek istiyorum — devam edeceğiz tabii ikinci bölümde; kitaplarınızdan Ahraz, esasen dili geri mi veriyor yoksa bu noktada ondan kurtuluyor mu?
D.G.: Evet, burada “Bir dil var” dedik; sonra böyle bir soru tam da buna uygun bir yerden seslendi.
Ahraz, nizaya uymayan başka dillere kulak veriyor, dilsiz sandığımız, bizim gibi konuşamayanların da söz hakkını gözetiyor ve onlara kendi sesleriyle katılabilecekleri bir ortak yaşam imkânı için çabalıyor, belki geri duruyor bir şeylerden. O geri duruşu da aslında yine o seslere yer açmak; söz hakkı olmayanların hakkını onlara iade etmek gibi düşünüyorum ben.
Aynı türden, aynı kandan, aynı bireyden, tek renkten olmayanların — benzemezlerin — daha yalın yakınlığını farkları görmezden gelerek değil; tam aksine onları hatırlayarak, başka olmaya hak tanıyarak buluşturan bir ortak sofra gibi düşünüyorum ve yaşar kılmaya çabalamak gibi hissediyorum.
U.P.: Eksik olmayın, çok teşekkürler. Bugün aslında hemen hemen programın ilk bölümünü tamamladık ve aslında bu seride 'Canlıların Dili, Sessizliğin Hafızası' başlığıyla Deniz Hanım ile bu söyleşiyi planlamıştık.
Bugünlük burada noktalayalım isterseniz çünkü bu sohbet, kelimelerden taşan bir yere doğru gidiyor esasında. İkinci bölümde de doğanın zamanı, sessizliğin ve mevsimlerin hafızası üzerine konuşmaya devam edeceğiz.
Ben bugünlük programı burada noktalıyorum. Önümüzdeki hafta tekrardan söyleşimizde Deniz Hanım ile beraber olacağız ve bu sefer sessizliğin hafızası üzerine konuşmaya devam edeceğiz.
Deniz Hanım, ağzınıza sağlık bu ilk bölüm için, ikinci bölümde devam edeceğiz. Önümüzdeki hafta tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.
D.G.: Görüşmek üzere, çok teşekkür ederim.


