AKP'nin meşruiyet krizi

-
Aa
+
a
a
a

7 Şubat 2008Radikal Gazetesi

Türban tartışmasından uzak durmak mümkün değil, doğru da değil. Hem bu suni bir tartışma da değil, gerçek ve çok önemli bir tartışma. Ama samimi ve/veya gerçekçi olalım, bu sadece türban tartışması değil. Türban bir sembol, evet, tartışmanın tüm tarafları için bu böyle. Aslında hep böyleydi ve sembol özelliği giderek daha fazla öne çıkıyor. Türban tartışması, en az 100 senelik bir tartışma ve içinde en az onlarca önemli çatışma alanını barındırıyor. Kısaca ve özetle hatırlatalım. Türban, daha doğrusu türbanın da bir parçası olduğu din, dinsel semboller, değerler, öncelikle şu meşhur, alabildiğine sancılı modernleşme sürecinin ve tartışmasının bir parçası. Onun için, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel birçok boyutu ve en az 100, 150 yıllık bir tarihi var. Atalarımız, bugün birçoğumuzun çok yeni olduğunu düşündükleri konuları 19'uncu yüzyılın ortalarından beri tartışıyorlar. Hem sadece bizim atalarımız değil. Batı'da, modernlik icat oldu olalı, bu sürecin dışında kalmış toplumlar kendilerini sorguluyor, inanışlarını, hayat tarzlarını, kılıklarını kıyafetlerini, her şeylerini habire kıyaslayıp, didikleyip duruyorlar. Özellikle de, İslam dünyası, bu konu etrafında dönüp dolaşıyor; din ve modernlik bağdaşır mı bağdaşmaz mı, bağdaşırsa nasıl, bağdaşmazsa ne yapacağız, dinimizi terk mi edelim, reform mu edelim? Vs. Bu ülkede, bu sürecin bir noktasında, bir tarihte, Gordion'un düğümü, Cumhuriyet'in kılıcıyla kesilmeye çalışıldı. Laik Cumhuriyet, dini siyasal alanın dışında konumlandırarak, sorunu kısmen çözdü, kısmen dondurdu. Çok partili hayata geçilir geçilmez, dondurulmuş mesele siyasal tartışmanın merkezine oturdu. O zamana kadar siyasi sahnede, daha ziyade, şehirlerde oturan, Cumhuriyet kurulmadan çok önce, modernleşme/Batılılaşma/laiklikle tanışmış ve büyük ölçüde barışmış kesim yer alıyordu. Siyasal muhalefet, daha ziyade kırsal kesimde yaşayan ve (dindar muhafazakâr değerlere bağlılık dolayısıyla) Cumhuriyet Devrimi ile küskün olan toplumsal kesimin temsilciliğine soyundu. Siyaset, bazılarının 'Din istismarı' dediği, bazılarının ise 'Demokratik talep ve tepkileri temsil' diye tanımladıkları, din/laiklik tartışmasıyla tanıştı. Aslında her iki tarafın da tanımı doğruydu, zira demokraside temsil dediğimiz şey, biraz istismardır veya istismar dediğimiz yerde temsil vardır. Bu süreci hızlı geçip, günümüze geldiğimizde, 58 senedir devam eden süreç son dönemeçte, muhafazakâr kesimin, sistemle en kavgalı olan İslamcı kesimi isim değiştirerek iktidara getirdi. Onlar da, aslında sıradan bir muhafazakâr talep olan başörtüsü ile üniversiteye girememe sorununu çözmeye çalışıyorlar. Peki kıyamet neden kopuyor? Bazılarına göre, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana, dindar-muhafazakâr kesimin değer ve talepleriyle bir türlü barışmak istemeyen 'seçkinci bir azınlığın' fazlasıyla gürültü ve maraza çıkarmaya girişmesi yüzünden. Diğer bazılarına göre ise, Türkiye'de demokrasi kisvesi altında din istismarı üzerinden 'laiklik' giderek aşındırılmaya çalışıldığı için. Bu ülkede laiklik tartışmasının, sıklıkla dindar-muhafazakâr kesimin, laikliğe hiçbir şekilde ilişmeyecek, değerler ve sembollerini de sorgulamak gayretinde olduğu kesin. Pozitivist bir din karşıtlığının, laiklik adına ortaya atıldığı görülmedik şey değil. Bu çerçevede, laiklik tartışması yerine sıklıkla 'din', daha doğrusu 'İslam nedir, ne değildir, neyi emreder, ne der, ne demez?' tartışması yapıldığı malum. Laiklik diyenlerin çoğu, açıkça ifade etse de etmese de, içten içe dine, diyanete ilişkin birçok şeyi 'anlamsız', 'geri', 'devri geçmiş' ve dahası tehlikeli buluyor. Başörtüsü tartışması da, doğal olarak sıklıkla bu çerçeveye taşınıyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ancak, diğer taraftan, başörtüsü 'Bireysel bir tercih', 'Bu bir özgürlük meselesi' deyip konuyu özetlemek de imkânsız. Bir kere, başörtüsünün de bir parçası olduğu asıl konu yani, din ve laiklik/ modernlik ateşle barut misali bir arada durması zor iki şey. Sınırlar, gerilim alanları hep hassas konular. Tam da bu nedenle, 21. yüzyılın başında, modern toplum ve siyaset, dünyanın her yanında, din meselesiyle yeniden karşılaşıp, birçok zeminde tartışıyor. ABD dış politikasının hegemonya bahanesi olan 'İslami terör'den bahsetmiyorum. Dahası sadece İslam dünyasından bahsetmiyorum. Batı bir yana, mesela, Hindistan'da da laiklik/sekülerlik, yeniden tartışma konusu haline geliyor. Genel plandan, Türkiye'ye, modernizm ve din meselesinden Türkiye'de Cumhuriyetçi-laik çevreler ve AKP iktidarı çekişmesine hızlı bir geçiş yaparsak, mesele yine sıradan bir özgürlük ve buna karşı direniş meselesi değil. Birçok katmanda özgürlük-özgürlük, dayatma-dayatma çatışmalarının varlığından söz etmek yanlış olmaz. Aslında, türban örneğinde, başörtüsü takmak isteyen kadınların özgürlüğüne müdahaleye karşı, diğerleri muhayyel bir müdahaleden yola çıkıyorlar. Bu büyük ölçüde asimetrik bir özgürlük-özgürlük çekişmesi, zira, halihazırda başını örtmek istemeyene karışan yok. Bana sorarsanız, ne yakın ne uzak gelecekte kimsenin karışacağı da yok. Yani bu konudaki korku ve kuşkular yersiz. Ancak, (epeyce bir zamandır bu konuda meramımı anlatmaya çalıştığım gibi) benim veya benim gibi düşünenlerin 'Yersiz, temelsiz kuşku' demesi, bir noktadan sonra fazla bir şey ifade etmiyor. Madem ki, bu yönde bir kuşku veya bu noktada bir gerilim hattı var, bunu böyle kabul etmek durumundayız. Bu noktada, AKP'liler, "N'apalım, hiçbir şekilde ikna olmayan adamları ikna etmek için sonsuza kadar bu yöndeki mağduriyetleri gidermeyi askıya mı alalım?" diyorlar. Ben, başörtüsü konusunda zaman kaybedilmesine karşı olan biriyim. Ancak, bu sorunu çözmek için, bu iktidarın, sonsuza kadar beklemek yerine öncelikle 'meşruiyet' sorununu halletmesi gerekiyordu. 'Demokratik meşruiyet eşittir çoğunluk' diye düşünenler kızacak biliyorum, ama mevcut iktidarın 'meşruiyet krizi'nin devam ettiğini hatırlatmak zorundayım. Bu kriz, Cumhurbaşkanlığı krizi olarak başladı ve bir türlü dinmedi. Genel seçimde alınan oy, paradoks biçimde krizi daha da derinleştirdi. Zira, hiçbir şekilde aynı ölçüde oy alamayacağını, yani daima azınlıkta kalacağını bilen insanlar kendilerini büyük bir kuşatma altında hissetmeye başladılar. 'Bu onların sorunu' deyip geçerek, siyasal ortamı gerilimden kurtarmak mümkün değil. Dahası, cumhurbaşkanlığında uzlaşma yolu es geçildiği yetmiyormuş gibi, aynı gidişe aynı hızla devam edilmesi, 'Madem yüzde 47 oyum var istediğimi yaparım' havasının yayılması. Maliye Bakanı'nın açık mikrofona yakalandığında kulaklarımızla da duyma fırsatı bulduğumuz, YÖK gibi bir kuruluşun başındaki kişinin 'İsterse bizim istediğimiz gibi konuşmasın' konumunda görülmesi. Tüm bunlar, bir yandan, kuşatılmışlık hissini artıran, diğer yandan meşruiyet krizini derinleştiren şeyler. Bu noktada, türban dayatma-dayatma çatışmasının sembollerinden biri olarak devreye giriyor. Takdir edersiniz ki, bir partinin sadece ezici çoğunlukla iktidara gelmesi ve bu çoğunluğa dayanarak belli değişimleri gerçekleştirmesi, illa kuşatılmışlık duygusu ve hele 'meşruiyet krizi' yaratmaz. Tam tersine çoğunluğun oyu, belli konularda aşırı gerilim ve kutuplaşma olmayan toplumlarda meşruiyetin en önemli unsurudur. Yine tekrar edeyim, ben, bu iktidarın ne hile ile iktidara geldiğine inananlardanım, ne bu siyasi heyetinin gizli bir niyeti olduğunu, Türkiye'yi din devleti yapmaya çalıştıklarını falan katiyen düşünmüyorum. Ancak, 28 Şubat müdahalesinin üzerinden sadece 11 yıl geçtikten sonra, o dönemin 'İslamcı', yani sistemle kavgalı partisinin siyasi kadrosunun bugün sistemin, cumhurbaşkanlığı dahil tüm makamları ellerinde bulunduruyor olmasının, AKP seçmenleri dışında hemen herkesi 'tedirgin' etmesinde şaşacak bir şey görmüyorum. Hangi toplum olursa olsun, bu derece büyük bir değişimi, bu hızla sarsıntısız, sorunsuz benimseyip, kabullenip, gerçekleştiremez. Bu anlamda mevcut gerilim, aslında daha genel bir gerilimin uzantısı ve bu gerilim kolay kolay dinecek gibi gözükmüyor. Hayatın her alanında olduğu gibi, siyasette de 'samimiyet'in çözmeyeceği sorun yoktur. Keşke, tüm taraflar, çatışma alanlarında illa sonuna kadar uzlaşmasalar da, ikiyüzlülükte yarışmaktan vazgeçip daha samimi olsalar, değişim daha sağlam ve sarsıntısız olabilirdi. AKP'nin meşruiyet krizini aşması, bir yandan dayatmacı üslubunu sorgulamasıyla, diğer yandan, geçmişiyle, daha samimi bir hesaplaşma ile olabilirdi, bu yola gidilmedi. Tüm AKP seçmenleri değilse de, AKP kadroları büyük ölçüde, Cumhuriyet'e küskün, siyasal sistemle kavgalı bir siyasi gelenekten geliyorlar, daha 10 yıl önce bu zeminde siyaset yapıyorlardı. Bu hafife alınacak şey değil. Samimi bir hesaplaşma bu açıdan çok önemliydi. Keşke, sanki bir askeri darbe partilerini kapatmış da, Hoca'larından kurtulup, başka bir yerde siyasi çıkış çabasıyla bu yola girmeyip, analarından 'muhafazakâr demokrat' doğmuş gibi yapmak yerine, işin aslını tüm açık kalplilikleriyle anlatmayı deneseydiler. Keşke, Cumhuriyet'e, onu kurana küskün değilmiş, Cumhuriyet tarihini Nutuk'tan okuyanlara nispet elden ele Rıza Nur'un hatıratını gezdiren bir çevreden gelmemiş, Avrupa Birliği'ne daha dün Hıristiyan kulübü diyen bir siyasetin içinden çıkmamışlar gibi, herkesten daha AB'ci, daha laik, daha Atatürkçü olduklarını iddia etmek gibi son derece eğreti ve böyle olduğu için ikna edicilikten son derece uzak bir söyleme sığınmak yerine, kime ve neye, neden küskün olduklarını, hatta teker teker, küsme ve barışma hikâyelerini anlatsaydılar. Başörtüsü de dahil olmak üzere, bir sürü sorun daha kolay hallolabilirdi. Ne yazık ki, şu anda o noktadan çok uzaktayız.