Holokost Endüstrisinin Ölümü

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Gazze’deki soykırım, Holokost’un bir araç olarak silah haline getirilişini açığa çıkardı: Soykırımı önlemek için değil, onu sürdürmek için; geçmişi incelemek için değil, bugünü manipüle etmek için.

""

İsrail’e yönelik her türlü eleştiriyi Holokost’a ihanet olarak gören neredeyse tüm Holokost uzmanları, Gazze’deki soykırımı kınamayı reddettiler. Holokost’un araştırılması ve anılmasına adanmış kurumların hiçbiri, ortadaki bariz tarihsel paralellikleri kurmadı ya da Filistinlilerin kitlesel katliamını kınamadı.

Bir avuç istisna dışında Holokost uzmanları, gerçek amaçlarını açığa çıkardılar: İnsan doğasının karanlık tarafını, hepimizin kötülük yapma eğilimini incelemek değil; Yahudileri ebedi kurbanlar olarak kutsallaştırmak ve İsrail’in etno-milliyetçi devlet olarak işlediği yerleşimci sömürgecilik, apartheid ve soykırım suçlarını aklamak.

Holokostun gasp edilmesi, Filistinli kurbanların yalnızca Filistinli oldukları için savunulmayışı, Holokost çalışmalarının ve anıtlarının ahlaki otoritesini çökertti. Bu kurumlar, soykırımı önlemek için değil, onu sürdürmek için; geçmişi anlamak için değil, bugünü manipüle etmek için kullanılan araçlar olarak açığa çıktı.

Holokost’un İsrail ve Siyonist destekçilerinin özel mülkü olmayabileceğine dair en ufak bir kabul bile hızla bastırılıyor. Örneğin, Los Angeles Holokost Müzesi, tepkiler üzerine “ASLA BİR DAHA” SADECE YAHUDİLER İÇİN ANLAMINA GELEMEZ” yazılı Instagram gönderisinisildi. Siyonistlerin elinde “bir daha asla” tam da şunu ifade ediyor: bir daha asla, ama yalnızca Yahudiler için.

Aimé Césaire, Sömürgecilik Üzerine Söylem adlı eserinde şöyle yazar: Hitler olağanüstü zalim görünüyordu, çünkü “beyaz adamın aşağılanmasına” öncülük etmişti; o, Avrupa’da o zamana dek yalnızca Cezayirli Araplara, Hindistan’daki “coolie” işçilerine ve Afrika’daki zencilere uygulanmış olan sömürgeci yöntemleri hayata geçirmişti.

Holokost’un eşsiz ve benzersiz bir olay gibi çarpıtılması, 1944’ten 1945’e kadar Auschwitz’de hapsedilen ve Auschwitz’de Hayatta Kalmak kitabını yazan Primo Levi’yi rahatsız etmişti. Levi, İsrail’in apartheid devleti olmasını ve Filistinlilere yönelik muamelesini sert biçimde eleştiriyordu. Ona göre Şoa, “bitmek bilmez bir kötülük kaynağıydı”; bu kötülük “hayatta kalanlarda nefret olarak sürüyor, herkesin iradesine rağmen intikam açlığı, ahlaki çöküş, inkâr, yorgunluk ve kabullenme biçimlerinde yeniden ortaya çıkıyordu.”

Levi, “ikiciliğe” (Maniheizm), yani “nüanslardan ve karmaşıklıktan kaçan, insanlık tarihinin akışını çatışmalara, çatışmaları da biz ve onlar ikilemine indirgeyen” zihniyete karşı çıkıyordu. Uyarısı açıktı: “Toplama kamplarındaki insan ilişkileri ağı basit değildi; kurbanlar ve zalimler diye iki bloğa indirgenemezdi.” Düşman, onun da bildiği gibi, “dışarıda olduğu kadar içeride de vardı.”

Levi, Lodz gettosunu yöneten Yahudi işbirlikçi Mordechai Chaim Rumkowski’den söz eder. “Kral Chaim” olarak bilinen Rumkowski, gettoyu hem Naziler hem de kendisi için kazanç sağlayan bir köle işçi kampına dönüştürmüştü. Muhaliflerini ölüm kamplarına sürdü, kızlara ve kadınlara tecavüz edip istismar etti. Sorgusuz itaati talep etti ve baskıcılarının kötülüğünü bizzat bedeninde taşıdı. Levi’ye göre Rumkowski, benzer koşullar altında birçoğumuzun dönüşebileceği şeyin somut bir örneğiydi.

Lodz Gettosu, Litzmannstadt — İhtiyar Konseyi Başkanı Mordechai Chaim Rumkowski, Alman yetkililerle gettonun bir sokağında buluşuyor. Polonya, 1940, II. Dünya Savaşı. / Fotoğraf: Dukas/Universal Images Group via Getty Images)

Levi, Boğulanlar ve Kurtulanlar adlı eserinde şöyle yazar:
“Rumkowski’de hepimiz yansıyoruz, onun ikircikliliği bize aittir, o bizim ikinci tabiatımızdır; biz, topraktan ve ruhtan yoğrulmuş melezleriz. Onun ateşi bizim ateşimizdir; borazanlar ve davullarla cehenneme inen Batı uygarlığımızın ateşi. Onun sefil süsleri, bizim toplumsal prestij sembollerimizin çarpık görüntüsüdür.”

Levi devam eder: “Rumkowski gibi biz de gücün ve prestijin büyüsüne öyle kapılıyoruz ki, kendi kırılgan özümüzü unutuyoruz. İsteyerek ya da istemeyerek, güçle uzlaşıya gidiyoruz; oysa unuttuğumuz şey şudur: Hepimiz gettoda yaşıyoruz, getto duvarlarla çevrilidir, gettonun dışında ölümün efendileri hüküm sürmektedir ve yanı başımızda tren beklemektedir.”

Holokost’un bu acı dersleri — kurban ile zalim arasındaki çizginin son derece ince olduğunu, hepimizin gönüllü cellada dönüşebileceğini, Yahudi olmanın ya da Holokost’tan sağ çıkmanın doğuştan bir ahlaki üstünlük taşımadığını hatırlatan bu gerçekler — işte Siyonistlerin inkâr etmek istediği şeydir. Bu nedenle Levi, İsrail’de istenmeyen kişi ilan edilmiştir.

1970’lerde hızla gelişen Holokost çalışmaları, Holokost’tan kurtulan ve ateşli bir Siyonist olan Elie Wiesel’in kutsallaştırılmasıyla zirveye ulaştı. Edebiyat eleştirmeni Alfred Kazin, Wiesel’i “Holokost’un İsa’sı” diye tanımlıyordu. Ancak bu çalışmalar artık evrensel doğruları savunma iddiasını tamamen yitirmiş durumda. Norman Finkelstein’in de belirttiği gibi, Holokost araştırmacıları mutlak kötülüğü “ahlaki bir pusula olarak değil, ideolojik bir sopa olarak” kullanıyorlar. “Kıyaslama yapmayın” sözü, Finkelstein’in yazdığı gibi, aslında “ahlaki şantajcıların sloganıdır.”

Siyonistler, Holokost’ta ve Yahudi devletinde hem bir amaç ve anlam, hem de bayıcı bir ahlaki üstünlük buluyorlar. 1967 savaşının ardından İsrail Gazze’yi ve Batı Şeria’yı işgal ettiğinde, Nathan Glazer’in onaylayarak belirttiği gibi, İsrail “Amerikan Yahudilerinin dini” haline geldi.

Holokost çalışmaları, eşsiz acının eşsiz bir hak doğurduğu yanılgısına dayanır. Norman Finkelstein’in “Holokost Endüstrisi” dediği şeyin amacı da başından beri buydu.

Avrupalı tarihçi Charles Maier, Dizginlenemez Geçmiş: Tarih, Holokost ve Alman Ulusal Kimliği adlı kitabında şöyle yazar: “Bu acı, seyreltilmemesi gereken, yoğun biçimde özel bir acıdır; ama aynı zamanda kamusaldır, çünkü Hristiyan toplumun işlenen suçları onaylaması gerekir. Kamusal mekânlarda bu çok tuhaf acı ölümsüzleştirilmelidir: Holokost müzeleri, anı bahçeleri, sürgün alanları — Yahudi değil, sivil anıtlar olarak adanmış yerler. Peki Holokost’un yaşanmadığı, örneğin Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede, bir müzenin rolü ne olabilir? … Hangi koşullar altında özel bir keder aynı anda kamusal bir yas işlevi görebilir? Ve eğer soykırım kamusal bir yas olarak tescillenirse, o zaman diğer özel acıların meşruiyetini de kabul etmek zorunda değil miyiz? Ermenilerin ve Kamboçyalıların da kamu fonlarıyla desteklenen Holokost müzeleri açmaya hakları yok mudur? Üçüncü Reich döneminde zulme uğrayan Yedinci Gün Adventistleri ve eşcinseller için de anıtlar dikmemiz gerekmez mi?”

İsrail’in hayatta kalma adına — “var olma hakkı” adına — işlediği her suç, bu benzersizliğe atıfla meşrulaştırılıyor. Hiçbir sınır yok. Dünya siyah ve beyazdan ibaret: Nazizm’e karşı bitmeyen bir savaş. Kimin Nazizm’le özdeşleştirileceği ise İsrail’in hedef aldığına göre değişiyor. Bu kan susamışlığa karşı çıkmak, Yahudilerin bir başka soykırıma uğratılmasına zemin hazırlayan antisemitizm olarak damgalanıyor.

Bu basit formül yalnızca İsrail’in değil, kendi soykırımlarını işlemiş ve onları görünmez kılmaya çalışan sömürgeci güçlerin de işine yarıyor. Avrupa yerleşimcilerinin Amerika yerlilerini yok etmesi, Türkiye’de Ermenilerin sürülmesi ve katledilmesi, İngilizlerin Bengal kıtlığında milyonlarca Hintliyi ölüme terk etmesi, Sovyetlerin Ukrayna’daki yapay kıtlığı organize etmesi neydi? Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması neydi? “Manifest Destiny” (Kader Manifestosu) anlayışı, Nazi Almanyası’nın Lebensraum (yaşam alanı) kavramını benimsemesinden farklı mıydı? Bunlar da aynı insanlık dışılaştırma ve kan susamışlığıyla beslenmiş başka holokostlardı.

Nazi Holokost’unun kutsallaştırılması tuhaf bir karşılıklılık (quid pro quo) yaratıyor: İsrail’in silahlandırılması ve finanse edilmesi, işlediği suçları kınayan BM kararlarının ve yaptırımlarının engellenmesi, Filistinlilerin ve destekçilerinin şeytanlaştırılması, Yahudilere kefaret ödendiğinin ve destek verildiğinin kanıtı sayılıyor. Karşılığında İsrail, Batı’yı Holokost sırasında Yahudilerin çektiği acılara kayıtsız kalmasından ve Almanya’yı bizzat bu suçu işlemiş olmasından dolayı aklıyor.

Almanya ise bu şeytani ittifakı, Nazizmi Alman tarihinin geri kalanından, özellikle de Alman sömürgecilerin bugünkü Namibya’da Nama ve Herero halklarına karşı gerçekleştirdiği soykırımdan ayırmak için kullanıyor.

İsrailli tarihçi ve soykırım uzmanı Raz Segal şöyle yazıyor: “[B]öylesi bir büyü, İsrail’in Filistinlilere soykırım uyguladığı anda, onlara yönelik ırkçılığı meşrulaştırıyor. Holokost’un eşsizlik iddiası, Holokost’a yol açan dışlayıcı milliyetçiliği ve yerleşimci sömürgeciliği sorgulamak yerine yeniden üretiyor.”

New Jersey’deki Stockton Üniversitesi Holokost ve Soykırım Çalışmaları programının direktörü olan Segal, 13 Ekim 2023’te — Hamas ve diğer Filistinli savaşçıların İsrail’e girmesinden altı gün sonra — “Ders Kitaplarına Girecek Bir Soykırım Örneği” başlıklı bir makale yazdı. Holokost’ta ailesinden yakınlarını kaybetmiş bir İsrailli Holokost uzmanının bu çıkışı, son derece yalnız bir tavırdı.

Segal, İsrail hükümetinin Filistinlilerden Gazze’nin kuzeyini derhal boşaltmalarını istemesinde ve İsrailli yetkililerin Filistinlileri kan donduran bir dille şeytanlaştırmasında — savunma bakanı İsrail’in “insan hayvanlarla savaştığını” söylemişti — soykırımın kokusunu görüyordu.

“Önleme ve ‘bir daha asla’ fikrinin tamamı şuna dayanır - öğrencilerimize de öğrettiğimiz gibi — bazı işaretler vardır; onları fark ettiğimizde, henüz soykırıma dönüşmese bile, o sürecin soykırıma doğru tırmanmasını engellemek için harekete geçmemiz gerekir,” diye anlatmıştı Segal bana verdiği röportajda.

Segal ile yaptığım röportajı buradan izleyebilirsiniz.

“Holokost çalışmaları bir alan olarak ölmüş olabilir, bu da illa ki kötü bir şey değildir,” diye devam ediyor Segal. “Eğer Holokost çalışmalarının en başından beri küresel Holokost hafızası ideolojisiyle iç içe olduğu doğruysa, belki de artık Holokost çalışmaları olmayacak olması iyi bir şeydir. Ve belki de bu, Holokost’un tarih olarak, gerçek bir tarih olarak araştırılmasına daha ilginç ve daha önemli kapılar açar.”

Segal, cesaretinin ve dürüstlüğünün bedelini ödedi. Holokost ve Soykırım Çalışmaları Merkezi’nin başına geçmesi için Minnesota Üniversitesi’nden gelen teklif — ki bu merkez soykırımı kınamış değildi — geri çekildi.

Soykırımın başlamasından neredeyse iki yıl sonra, Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Derneği nihayet bir açıklama yaparak İsrail’in eylemlerinin BM Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlanan hukuki tanıma uyduğunu bildirdi.

Ancak Holokost araştırmacılarının büyük çoğunluğu sessizliğini koruyor; İsrail’in işlediği suçları görmezden gelirken, Hamas’ın işlediği vahşetleri durmaksızın kınıyorlar. Güney Afrika, Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’in soykırım işlediğini savunduğunda da sustular. Aralık 2024’te Amnesty International, İsrail’i soykırımla suçlayan bir rapor yayımladığında da sustular.

Segal, Journal of Genocide Research dergisinde ortak yazdığı bir makalede şöyle diyor:
“Kaç Filistinli öğrenci, dünyadaki Holokost ve Soykırım Çalışmaları lisansüstü programlarına başvuruyor? Genellikle hiç. Kaç Filistinli akademisyen kendini bu alanda uzman olarak tanımlıyor? Onlar da bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az.”

Soykırım, Batı emperyalizminin DNA’sına kazınmıştır. Filistin, bunu apaçık ortaya koymuştur. Soykırım, antropolog Arjun Appadurai’nin “küreselleşmenin kazananlarına dünyayı hazırlamak için, kaybedenlerin rahatsız edici gürültüsü olmadan yürütülen devasa bir Malthusçu düzeltme” diye tanımladığı sürecin bir sonraki aşamasıdır.

İsrail soykırımını sürdürürken ABD ve Avrupa ülkelerinden aldığı silah ve mali destek, II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası hukuk düzenini çökertecek noktaya getirdi. Artık bu düzenin hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Batı, bundan sonra kimseye demokrasi, insan hakları ya da sözde “Batı medeniyetinin erdemleri” üzerine ders veremez.

Pankaj Mishra, Gazze’den Sonra Dünya adlı kitabında şöyle yazıyor: “Gazze aynı anda baş döndürücü bir kaos ve boşluk duygusu yaratırken, sayısız güçsüz insan için yirmi birinci yüzyılda siyasal ve etik bilincin temel koşulu haline geliyor — tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın Batı’daki bir kuşak için olduğu gibi.”

Nazi Holokost’unun eşsiz olduğu ya da Yahudilerin eşsiz haklara sahip olduğu yönündeki kurmacayı satabilme kabiliyeti artık sona ermiştir. Gazze’deki soykırım, yeni bir dünya düzeninin habercisidir: Avrupa, ABD ve onların vekili İsrail, artık parya konumundadır. Gazze, karanlık bir gerçeği açığa çıkarmıştır — barbarlık ile Batı uygarlığı birbirinden ayrılamaz.


* Chris Hedges'ın 'Death of the Holocaust Industry' adlı makalesi Nil Kayarlar Sarrafoğlu tarafından çevrilmiştir.