17 Şubat 2008Radikal Gazetesi
Üçüncü bir yol var ama başörtüsü yasağına dair tutumda değil. Başörtüsü yasağına dair ancak iki tutum mümkün: Ya yasağın devamından yana olunur ya da kaldırılmasından yana. Aslında, her iki tutumun takipçileri de ayan beyan ortada. Burada illa bir üçüncü yolculuk aranacaksa, AKP-MHP ittifakına bakmakta fayda var. Yasağı kaldırmış gibi yapalım, gerisini üniversiteler halletsin diyenler onlar, yasağı kaldıralım ama GATA fiyongunu getirelim diyenler de. Tereddütsüz ikinci tutumdan yanayım: Üniversite öğrencilerine uygulanan başörtüsü yasağı kaldırılmalıdır. Hem vicdani, hem akli, basit de nedenlerim var bu tutumu savunmak için. Vicdanım, başörtüsü yasağından hicap duymama sebep oluyor. Üniversite kapısına kadar başörtüsüyle gelen 'kadınların', kapının hemen ötesine geçebilmek için peruk veya şapka takmak ya da başlarını açmak zorunda kalmalarından hakikaten utanıyorum. Benzeri bir duruma maruz kalmak istemezdim, maruz bırakanları da hayırla anmazdım. Özgürlük ve eşitlik gibi fani mefhumlarla biçimlenmiş aklım da başörtüsü yasağına karşı çıkmak için basit sebepler buluyor. Yasağın hem otoriter hem de ayrımcı olması gibi. Başörtüsü yasağında, durum önünde sonunda şudur: Kamu hizmeti talebinde bulunan yetişkin insanların epeyce küçük bir kısmına, kılık kıyafetlerinden ötürü yasak konuyor, kamu hizmetlerine erişimleri engelleniyor. Bu durum otoriter olduğu kadar ayrımcıdır da. Otoriterdir çünkü devletin/toplumun yetişkin insanların bedenleri üzerindeki tasarrufunu tahammül edilemez bir seviyeye çıkarıyor. Bu tasarrufun sıfır düzeyde olması mümkün değil, doğru. Ancak başka bir doğru da şu: Bu tasarruf ne kadar az olursa o kadar özgürüz. Allah aşkına, bedenlerimizden daha fazla bize ait olan ve öyle de kalması gereken ne olabilir? Hem, günlük toplumsal rutini aksatmadıktan, başkalarının özgürlüklerine de dokunmadıktan sonra, yetişkin bir insanın kılık kıyafeti kimi, niye ilgilendirir? Neticede, beden üzerindeki 'meşru' tasarrufunu yetişkinin kılık kıyafetine müdahale etmeye kadar götüren bir devlet/toplum, olsa olsa otoriter olur. Başörtüsü yasağı ayrımcıdır da. Çünkü yasağın mağduru kadınlardır. Nokta. Laikliği mevcut durumdan daha çok zedelemeyeceğine olan inancım da, başörtüsü yasağının kaldırılmasına taraftar olmam gerektiğini söylüyor. Çok konuşuldu, tekrar etmenin lüzumu yok: Bir başına, başörtüsü yasağını kaldırmakla kamu hizmeti, devlet dini bir mahiyet edinmez. Ama din derslerinin zorunlu olması laikliğe halel getirir. Diyanet İşleri'nin fetva üstüne fetva veren azman bir resmi kurum olması da. Başörtüsü yasağının kaldırılması meselesinde, zannımca sadece iki tutum mümkün. Üçüncü tutum, üçüncü yol, bu mesele etrafında yapılacak siyasette. Burada, üçüncü yol hem mümkün hem de mevcut. Genişletilmesi gerekiyor. İlk iki yol malum. "Otoriter laikçilik" ve "kendine demokratlık" başörtüsü yasağı meselesi etrafındaki siyasetin iki ana mecraını oluşturuyor. Otoriter laikçilik, ahaliyi birörnekleştirmek sevdasından vazgeçmek niyetinde değil. Kötüsü, birörnekleştirilemeyenlerin bir kısmıyla bölüşüm rekabetine girmek zorunda kaldıkça, demokrasi, eşitlik, özgürlük gibi en temel modern mefhumlardan uzaklaşıyor. Birörnekleştirme siyasetinin başarısızlığı üzerine düşünmek yerine, başarısızlığın sonuçlarının kendiliğinden, olmadı yasaklamayla görünmezleşmesini arzuluyor. Laiklik fikrine olan kolektif sadakati zayıflattığına aldırmadan başörtüsü yasağına arka çıkması bu yüzden. Kendine demokratlarınsa gözü kendilerinden başkasını görmüyor. Cemaate ait olmayan meseleleri hal yoluna koymak ya da bu meseleleri cemaatin de meselesi kılmak söz konusu olunca, kendine demokratlar cephesinde, her ne hikmetse, bir atalet peyda oluyor. 301. madde kaldırılamıyor, Kürt meselesi, bütün bir cumhuriyet döneminde olduğu gibi asayiş ve kalkınma meselesine indirgeniyor, Alevilerin kolayca karşılanabilir bir iki talebi için bin dereden su getiriliyor. Bazen de tam tersi olup, bir acelecilik hâsıl oluyor: Yeni anayasa gibi en temel meseleler, katılımı, müzakereyi önemsemeden, birkaç hafta içinde ve kapalı kapılar ardında kotarılıyor. Oysa mesele cumhurbaşkanlığı ya da başörtüsü yasağı gibi 'cemaatin' meseleleri olunca, aynı cenah demokrasi kuramının en karmaşık mefhumlarını kullanmayı da biliyor, en sıradan işbirliklerine girmekten, en beklenmedik mutabakatlar kurmaktan çekinmemeyi de. Başörtüsü yasağı etrafındaki siyasette, mevcut ancak genişletilmesi gereken üçüncü yolun alâmet-i farikasıysa şudur: Laikliği toplumsallaştırmaya, demokrasiyi derinleştirmeye çalışmak. Şuna şüphe yok: Laikliğin ve modern günlük yaşamın akıbetine ilişkin mevcut endişeler yersiz değil. Ülkede günlük yaşamın giderek muhafazakârlaştığı ortada. Keza, devletin/toplumun İslami ilkelere uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünen birilerinin mevcut olduğu da. Ne var ki, bu durumu değiştirmenin yolu başörtülü kadınları üniversiteye sokmamak gibi yasakçı tutumların peşine takılmaktan geçmiyor. Burada yapılması gereken laikliği, inanan, inanmayan, bildiğince gördüğünce inanan herkesin ihtiyacı kılmaya çalışmak, onu toplumsallaştırmak. Laiklik, inanç sahiplerinden yabancılaşmadan, onların özgürlüklerini de dert edinerek hakkınca savunulabilir; ancak böyle toplumsallaştırılabilir. Başörtüsü yasağına arka çıkarak değil. Geride kalan 10-15 yıl demokrasinin derinleştirilmesi işindeki stratejik alanların neler olduğunu da yeterince göstermiş bulunuyor. İfade özgürlüğü, husumet kültürü, Kürt meselesi, kadınların kapatılmışlığı, akut toplumsal eşitsizlik, başörtüsü meselesi bu alanların ilk akla gelenleri. Bütün bu alanlara yönelik kapsamlı bir müdahelenin en etkin, en olabilir aracı da belli: Yeni bir anayasa. Demokrasiyi derinleştirmenin yolu, baştan aşağı yenilenmiş, özgürlükçü ve eşitlikçi bir anayasa yapmaktan geçiyor.
Laikliği kime emanet etsek? Ya demokrasiyi? Geçen günlerin birinde CHP Genel Başkanı yine retoriğin şehvetine kapılıp gürlemişti: "Ciğeri kediye emanet ederim de, laikliği Başbakan'a (AKP'ye) emanet etmem". Laikliğin toplumsallaştırılması, demokrasinin de derinleştirilmesi gerektiği fikri doğruysa eğer, Deniz Baykal'a şöyle mukabele edilebilir: Laiklik CHP'ye, demokrasi AKP'ye emanet edilemez! Laikliğin CHP'ye niye emanet edilemeyeceği belli. CHP'nin takipçisi olduğu otoriter laikçilik, laikliği güçlendirmek şöyle dursun, altını boşaltıyor. Demokrasinin AKP'ye neden emanet edilemeyeceği ise kısa bir izahatı gerektiriyor; burada durum biraz daha çetrefilli. AKP projesine hayat verenlerin bir kısmının otoriter laikçiliğin müellifi olduğu birörnekleştirme projesinin bir zamanki mağdurlarından oldukları doğru. Bu mağduriyete itiraz edip, itirazlarını başka mağdurlarınkiyle birleştirdiklerinde, demokrasinin derinleştirilmesine katkıda bulundukları da. AKP'nin son birkaç yıllık performansı, AB yolunda yapılan reformlar, 27 Nisan muhtırasında takınılan şahsiyetli tavır böyle bir zaviyeden okunabilir. Ne var ki, yeni anayasanın hazırlanması, Kürt meselesi ve 301. madde örneklerinde aldığı tutum, AKP'nin geride kalan dönemde gösterdiği performasın geçici, arızi bir durum olabileceğini gösteriyor. Keza, AKP elitince zaman zaman güçlü bir biçimde sahip çıkılan özgürlükçülük fikrinin AKP'nin orta ve alt kadrolarına, deyim yerindeyse AKP taşrasına taşındığını gösteren işaretler de çok zayıf. Aksine, gelen işaretler, AKP taşrasının en azından bir 'bilgilendirme' ihtiyacı içerisinde olduğunu gösteriyor. Bütün bu durum şuna işaret ediyor: AKP'nin demokrasi mefhumuna bağlılığının lokal, mevzii bir bağlılık olma ihtimali belirdi. AKP, deyim yerindeyse, kendine demokratlaşmak yoluna girdi. Bu sebepledir ki, demokrasi AKP'ye emanet edilemez. Ne laikliği ne de demokrasiyi birilerine emanet edebiliriz. Laikliği toplumsallaştırmak, demokrasiyi derinleştirmekten başka çıkar yolumuz yok. MESUT YEĞEN: ODTÜ