Radikal İki
24.2.2008
Türban/başörtüsü sorunu ve çözümü üzerine tartışıyoruz. Tartışma içinde farklı görüşler var. Bu da sağlıklı ve faydalı bir gelişme. Farklı görüşler arası demokratik tartışma, benim her zaman savunduğum katılımcı demokrasinin ve farklılıklar arası eleştirel diyalog yoluyla toplumsal uzlaşmanın gerekleri. Evet, bazı akademisyenler ve gazete köşe yazarları farklı görüşlere karşı saldırgan ve bu görüşleri, eksik demokrat, Kemalist vb. adlandırmalarla kodlama tutumunu tercih ettiler. Bu çok önemli değil. Türban/başörtüsü sorununun çözümü temelinde yaptığımız tartışma, farklı görüşlerimiz içinde, özünde Türkiye'nin demokratikleşmesi ve özgürlükler alanının genişlemesi ve güvence altına alınması tartışması.
Tartıştığımız sorun, aynı zamanda da -ve yaşanma olarak-, bir kadın sorunu. Fakat, bu tartışma genelde erkeklerin katılımı ve seslerinin çokluğu içinde yapılıyor. Artık, kadınları dinlemenin zamanı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, bu yazıda, türban/başörtüsü sorunu üzerine yaptığımız tartışmada giderek ortaya çıkan, bu sorunla da ilişkili, ama daha genel ve kendi içinde tartışmamız gereken diğer önemli bir sorun üzerinde duracağım: AKP'ye ve seçim sonrası AKP'nin Türkiye'yi yönetim tarzına karşı giderek artan şüpheler.
AKP'nin hareket tarzı: 2002-2007
22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde AKP'nin yaklaşık yüzde 47'lik bir oy oranıyla yakaladığı başarının arkasında, 2002-2007 arasında Türkiye'yi yönetmesindeki hareket tarzına anlam veren ve kendisini diğer partilerden ayrıştıran beş önemli niteliğin olduğunu görüyoruz. AKP'nin bu yıllar içindeki hareket tarzına anlam veren nitelikleri kısaca hatırlayalım. Birinci olarak, AKP'nin ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın "kazan-kazan sloganı" yoluyla seslendirdiği siyaset yapma yöntemi. Dış politikadan iç politikaya, AB sürecinden Kıbrıs sorununa, AKP siyaset yapma tarzı olarak, mutlak kazanmak ya da mutlak kaybetmek karşıtlığı yerine, göreceli olarak kazanımların artırılmasını sağlayacak "kazan-kazan" yöntemini tercih etti. AKP'nin sloganı, masadan kalkmak yerine müzakere etmek, müzakere ederek de daha fazla kazanım elde etmek üzerineydi. AKP'nin siyaseti, Türkiye'de siyaset yapma zihniyet ve eylemini kazan-kaybet karşıtlığından "kazan-kazan mantığına" doğru değiştirecekti. İkinci olarak, AKP 2002-2007 arasında siyasete "reform yoluyla Türkiye'nin sorunlarını çözme" temelinde yaklaştı. Diğer partilerden farklı olarak, AKP "yapıcı, proaktif ve reformcu bir parti"ydi ve hem iç politika hem de dış politika alanlarında kendisini böyle tanımladı, dahası hem ülke içinde hem de dünyada bu kimliğiyle algılandı, tanımlandı. Üçüncü olarak, AKP bu yıllar arasında, kendisini tanımladığı "muhafazakâr demokrat merkez sağ parti" kimliği içinde, devlet-temelli değil toplum-temelli ve "insana hizmet yoluyla topluma yaklaşan" bir hareket tarzına sahipti. AKP insan ve hizmet üzerine kurduğu toplum temelli parti olma anlayışını her fırsatta, gerek kendisini içinden çıktığı Refah Partisi geleneğinden, gerekse de özellikle ana muhalefet partisi CHP ile DYP, ANAP ve MHP gibi merkez sağ partilerden ayrıştırmada kullandı. Dördüncü olarak AKP, bu yıllarda yaşama geçirdiği siyaset anlayışı içinde, ekonomiden dış politikaya "Türkiye'yi daha ileri götürmek" amacını güden bir hareket tarzına sahipti. AKP uyguladığı proaktif ve yapıcı siyaset anlayışının meşruiyeti olarak, hep "yaptıklarımız Türkiye'yi daha ileriye götürüyor, daha istikrarlı, daha demokratik, daha modern, daha çağdaş bir ülke yapıyor" iddiasını dillendirdi. Beşinci olarak, 2002-2007 arasında AKP, eylemleri ve yönetim anlayışı içinde, "tüm toplumu kucaklayan" bir hareket tarzına sahip olduğu iddiasındaydı. Benimsediği liberal-milliyetçi siyaset felsefesiyle kimlik sorunlarına ve demokratik reform sürecine yaklaşan AKP, meşruiyet zemini olarak, yaptıklarının sadece kendi seçmeninin çıkarlarına olmadığı, hem niyet hem de sonuç olarak tüm toplumu kucakladığı iddiasını kullandı.
2002-2007 arasında, AKP'nin hareket tarzına anlam veren, "kazan-kazan yöntemi", "reformcu olmak", "insana değer ve hizmet", "ülkeyi daha ileriye götürmek" ve "tüm toplumu kucaklamak" gibi öğeleri içeren hareket tarzı, bir taraftan bu dönemde bu parti için öne sürülen "muhafazakâr-demokrat merkez sağ parti" kimliğine sahip olma iddiasını güçlendirdi, diğer taraftan da bu partinin toplumsal desteğini genişletme, yaygınlaştırma şansına sahip olmasını yarattı. Bu nedenle de, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde, diğer partilerin güçsüz yapıları ya da siyasete, siyaset dışı yapılan baskı ve müdahalelerden daha çok, AKP'nin seçim başarısının temel kaynağının, yukarıda kısaca açımlamaya çalıştığım hareket tarzı olduğunu düşünüyorum.
AKP'ye karşı şüpheler
Bugün, seçimlerden günümüze geçen zaman içinde, AKP'nin yönetim anlayışına karşı şüphelerin giderek arttığını görüyoruz. Son günlerde siyasi gündemin ve kamusal tartışmanın göbeğine oturan türban/başörtüsü sorunu tartışmasında da, bu güvensizliğin varlığını hissettik, hatta bu güvensizliğin giderek arttığını gördük. Sorunun çözümü için oluşturulan AKP-MHP ittifakı ve bu ittifakın gerçekleştirdiği anayasa paketi değişikliği, sorunun çözümüne katkıda bulunmadığı gibi daha da karmaşık bir nitelik kazanmasına yol açtı. Türban/başörtüsü sorununun, Türkiye'de demokrasinin derinleşmesi ve akademik özgürlükler dahil, özgürlükler alanının genişletilmesi ve güvence altına alınması içinde tartışılması ve çözümlenmesi gerekirdi. Diğer bir değişle, AKP'nin "yeni anayasa projesi"nin hazırlayan bilim kurulunun başkanı Prof. Ergun Özbudun'un vurguladığı gibi, "türban sorununu tek başına değil, genel hürriyetlerin bir parçası olarak" düşünmek gerekirdi. Böyle bir açılım, bugün ortaya çıkmış "siyasal kutuplaşmayı ve çatışmayı yumuşatabilecek bir yaklaşımı" ortaya koymuş olacaktı (Türban tartışması ve yeni anayasa projesi, Zaman, 19/02/2008). Bu yapılmadı, aksine sorun AKP-MHP ittifakının sonuçları ve başarı şansı şüpheli anayasa değişiklik paketine indirgenerek tartışıldı. Bu indirgemeci yöntem nedeniyle, türban/başörtüsü sorunu bugün daha karmaşık bir nitelik kazandı. Çözüm temelinde ilkeler değil, siyaset konuştu ve çözüm üniversite rektörlerinin kararlarına bırakıldı. Türban/başörtüsü sorunu üniversitelerden kamusal alana demokratik müzakere ve tartışmaya sokulmadığı için, sorun daha çok laik rejimi koruma ve Türkiye'de toplumsal yaşamın giderek muhafazakârlaşmasına dönük endişeler ekseninde tartışıldı.
AKP'nin izlediği bu yöntem, yukarıda açımladığım 2002-2007 hareket tarzından ciddi bir kayma olduğu şüphesini de ortaya çıkardı. Türban/başörtüsü sorununun çözümü için AKP'nin tercih ettiği yöntem, kazan-kazan değil, aksine kazan-kaybet-temelli bir siyaset yapma anlayışını ortaya koydu. Reformcu değil aksine ideolojik kızgınlık ve tepki temelinde yürütüldü; insan ve hizmet temelinde değil, aksine kimlik temelli ve indirgemeci bir tarzda hareket etti ve özgürlük alanını tek bir özgürlük talebi içinde tekilleştirdi; Türkiye'yi ileriye götürmek yerine endişelerin ve korkuların daha da artmasına yol açtı ve toplumu kucaklamak yerine, kendi gibi düşünmeyenleri, ne söylerlerse söylesinler, laikler, eksik demokratlar, Kemalistler vb. klişe kodlarla suçlayan saldırgan bir dili seslendirdi. Ve en kötüsü, çözümü rektörlere bırakarak, ilke düzeyinde yaklaşıyorum dediği başörtüsü serbestliğinde, çözüm değil, aksine bu sorunu yaşayanların içinde de kazananlar ve kaybedenler olarak ikilik yarattı.
Acaba AKP'nin türban/başörtüsü sorununun çözümünde izlediği bu sorunlu yöntem, Türkiye-AB ilişkilerinin ve demokratik reform sürecinin yeniden canlandırılması, yeni anayasa ile demokratikleşme ve özgürlükler alanın genişletilmesi ve insani kalkınma sorunlarının çözümü gibi önemli alanlarda da geçerli olacak mı? Bu soruya yanıtın Türkiye'nin bugününü ve geleceğini belirleyeceğini düşünüyorum.